Somewhere only we know

Tuesday, March 20, 2007

Geri Döndüm

Efenim gönüllerinize taht kurmuş bi insan olarak, insanlık için kısa sevenlerim için uzun bi ara vermiş olduğumu düşünüyorum. Bu sürece neden girdim peki..hiç sordunuz mu haağ, sordunuz mu? Ben...yüzüm eskimesin istedim, özel hayatımla değil albümümle gündeme geleyim istedim, gelecek nesillere daha güzel bi dünya bırakmak istedim, çocuklarıma hem ana hem baba olayım istedim???!!!

Neyse, en son entrymi aşağı yukarı Padişah Vahdettin'in Malta'ya kaçışıyla aynı dönemlerde girmiş olduğumu düşünürsek o tarihten bu yana hayatımdaki en ciddi değişiklik yeni bir işimin olmasıdır. Şimdi işimin tam olarak ne olduğunu söyleyince, beni az çok tanıyanlar, yaradılıştan gelen ciddiyetime ne kadar da uygun bir iş bulmuş olduğumu anlayıp beni takdir edecektir diye düşünüyorum.
Başbakanlığın yabancı yatırımcıya hizmet edecek, genç, dinamik, cevval, cevahir uzman kadrosunda çalışmaktayım efenim. Ve fakat demin de değinmiş olduğum üzere yapı itibariyle ciddiyet konusunda çok da kontrollü bi organizma olmayışım devlet kademesindeki ciddi ciddi adamların karşısında istemsiz olarak bazı tuhaf davranışlarda bulunmama sebep oluyo...Hemen bunu bir örnekle somutlayayım:

İşe girdiğimin 3. haftasında büyükçe bi seminer organize ettik, seminer ödemeleriyle ilgili sorumluluk da bendeydi. Gelgelelim (bürokrasi gereği) bu ödemelerin yapılabilmesi için başkanın imzasına ihtiyaç var. Bu arada başkan dediğim başbakanın baş danışmanı bi kimse ve konum itibariyle önünde milletin ceket iliklediği, hatta telaştan tırnaklarıyla cekete yeni ilik açtığı bi zat. İşte bu dönemde imza aşaması biraz geciktiği için seminerin tüm alacaklıları, oteller, restoranlar vs. beni arayıp "argadaşım nierde galdı bizim ödeme, biz de çog sıgışıız" biçiminde baskıya başladılar. Bu telefon silsilesinin çok abardığı bi gün, sonunda başkan ofise geldi, o gün imzayı aldım aldım, alamadım artık alacaklılar ofisi basar diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu gerekliliğin bünyemde yarattığı stresle başkanın odasına daldım. Odada haliyle başkanın yanısıra diğer birtakım ciddi adamlar "efenim ülkemizde yatırım ortamı, yabancı sermaye girdisi vs." gibi benim dinlerken "yatırım ortamı evet, şööle yumuşacık puf puf bünyeyi yatırıp kalıbı dinlendiebilceğin bi ortam" şeklinde hayallere dalmaktan öte bir fikir yürütemediğim konularda konuşuyolar.
İşin ciddiyetini kavramış birini düşünelim şimdi, naapmalıdır...Eveet... bağrışmalarınızı duyar gibi oluyorum.Nedir?... odaya girer "başkanım imzalar mısınız" der ve uzatmadan çıkar deeey mi?... Hayır efendim işte...burda benden bahsediyoruz, sebebini bilmediği bi şekilde ağzından çıkan dünya saçması bi cümleyi tamamlamak için ilkinden daha rezil başka bi cümle, sonra başka bi cümle ekleyen, ve en sonunda kendisine yönelmiş "bu kız bize bişey anlatmaya çalışıyo, huzursuzlandı, deprem mi olcak acaba" ifadeli bakışlarla kendine gelen bendenizden efenim...
Nitekim odaya girip şöyle bi cümle kurdum: "Başkanım, seminer fatura ödemeleri için imzanız gerekiyo"...."alacaklılar kapıma dayandı, topuğumdan vurulma tehlikesi içindeyim".

Bütün kafaların zbooiinn diye bana dönmesi, zamanın durması, yer yarılması, yerin yedi kat dibinden ilerleyerek odadan çıkılması!!!

Devlet Erkanına Gomiglig Şagalar Yapılmayacağını Elim Bi Tecrübeyle Öğrenenler Derneği Başkanı Prof. Dr. Fatma Soydemir









Friday, November 03, 2006

Necefli Maşrapa Niyetine

Yazarımız, işsiz kaldığından ve akşamüstleri sokakta şeffaf sutyen askısı satmaya başladığından yazılarını bi süredir geciktirmektedir, sanmayın ki tembellik yapmaktadır, onu ailesinin yıllar önce piknikte unuttuğu ve kendisini tembel hayvanların büyütmüş olduğu, ya da ne bileyim bir tür geciktirici sprey kullandığından mütevellit yazıları geciktirdiği gibi asılsız haberlere itimat etmeyin, yazarımız heran her yerde, arkasından atıp tuttuğunuzu işittiği anda ensenize şaplaa yirsiniz.

Wednesday, August 23, 2006

Denizler Altında 9 Metre

Uzunca bir aradan sonra merhaba canlar. Lafı uzatmadan hemen yeni maceramıza geçelim, efenim size, sualtı dünyasına hızlı bi giriş yapmış bulunduğumu ve fakat yine aynı hızda koşarak geri kaçmış olduğumu müjdelerim. Şöyle ki:

Geçtiğimiz haftasonlarından birinde tamamen rastlantısal bir davet sonucu Bodrum'a giden bir balıkadam/balıkkadın (hatta balıkkaltak, beni sinir etti de bitanesi...afedersiniz yani) grubuna dahil oldum. Yaklaşık 35 kişi falan doluşuldu otobüse ve iblisin ta kendisi olan bir şoför eşliğinde Bodrum'a gidildi. Kahvaltıdan sonra da hemen dalış teknesine geçildi. Bu 35 kişinin yaklaşık 25 tanesi falan bir aydır teorik kurs gören mütekamil arkadaşlardan oluşurken geri kalan 10 kişisi ise "la suyun altında kapamazsam oksijen tüpünü en adi şerrefsizim olm" gibi, ya da ne bileyim "kim daha güçlü osurur ve daha çok kabarcık çıkarırsa diğerine bira ısmarlicak taam mı olm " gibi gayet nezih birtakım faaliyetlerle kendilerini eğlendirmek isteyen birtakım organizmalardan oluşmaktaydı ki işbu organizmalar daha önce sualtıyla hiç bir suretle tüplü şekilde münasebete geçmemiş ve o gün orada alacağı temel bilgiler doğrultusunda ilk kez "discovery" adı verilen hoca eşlikli birebir dalışı gerçekleştirecek olan kişilerdi. Hocamız Çeto, dalış yerine gidene kadar bizi bilinmesi zorunlu birtakım kurallar ve uluslararası dalgıç işaret dili konusunda bilgilendirdi. Hatta o kadar güven telkin edici bi bilgilendirmeydi ki en sonunda "eveeet, şimdi kimler geliyo bakalım dıskavıriye benimle" diye sorunca, önceden tereddüt eden biz amatör ibişler "BEN DALACCAAAM" "HAYIR...BEN DALACCAAM" şeklinde Kara Murat tadı yaşattık hocamıza. Sonra sıra listesi yapıldı, herkes teker teker dalcak hocayla, yani başka bi deyişle bizim düşündüğümüz gibi topluca bi giriş olmiycağı için sözkonusu eşşek şakalarının falan da yapılamıycağı anlaşılmış bulundu. Sıra itibariyle 2. kişi olmam sebebiyle bekleme aşamasında çok da gerilmiyceğimi düşünüp rahatladım. Ama anladım ki bu "sıraya kaynak" olayı sualtı dünyasını da çok pis vurmuş. "Ay hazır çok dalga falan yokken ben girebilir miyim, çok korkarım da ben"ler yok efendim "ocakta yemeğim var senden önce dalabilir miyim"ler falan derken ben öğleden sonraya kalmayayım mı? Kalayım...Neyse efem, sıra bana geldiğinde tekne görevlileri yardımıyla kostümümü giyip hocanın yanına indim suyun yüzeyine, su yüzeyinde Çeto son kez bana "bak çok acil bişey olursa çıkmak istersen falan sakın kendiliğinden yukarı çıkmaya kalkma, sana öğrettiğim işareti (baş parmak yukarı) yap, seni ben çıkarırım yukarı"dedikten sonra yavaş yavaş suyun altına girmeye başladık. Hocanın söylediği temel bilgiler beynimde çınlıyordu adetaağğ: "kulak basıncı eşitlenecek, regülatör ağızdan çıkmayacak...ya bişey daa vardı yaa, neydi allaam, o da çok önemliydi" diye düşünürken bünyemde bi tuhaflık hissettim, bişeyler ters gidiyodu ama ne?....derkeeeen Çeto'nun dürtmesiyle kendime geldim, regülatörümden kabarcık çıkmadığını işaret ediyodu, yani halk arasındaki tabirle "nefes alıp versene ibiş" demek istiyordu sevgili hocam...sanırım heyecandan ve normalde burundan nefes alıp verdiğimizden dolayı, birden koordinasyonu sağlayamamıştım, ehm...Sıklıkla olmasa da olabiliyomuş böyle şeyler.
Neyse nefes almaya başlayıp yaşamla yeniden kucaklaştıktan sonra sağa sola bakmaya başladım, hocayla yan yana gidiyorduk yüzeyden bikaç metre aşağıda, balığıydı, süngeriydi falan bakınıyoduk etraftaki şeylere, bu şekilde sanırım bi 20 dk. falan geçti, ben "aman yaleppim negzel bi dünya bu, hem hiç de korktuğum gibi değilmiş trallallaaa" şeklinde düşünürken" hocam Çeto bana, kolundaki derinlik göstergesini işaret etti ne gerek vardıysa artık...İşte o an ben öyle bir korktuuu öyle bir korktu size anlatamam, sanıyorum o göstergede 9 metreyi görünce birden yaa benim burda ne işim var diye bir panik yaptım. Ancak o durumda naapılcaktı hemen onu hatırlamaya çalıştım, neydi???...derhal hocaya söylencekti beni yüzeye çıkar diye...evet...ben de gücümü topladım, elimi yumruk yaptım doğrulttum baş parnaamı ve dayadım hocanın burnuna. Ben hocadan hemen talebime karşılık beklerken onun beni hiç sallamadığını bi de üstüne üstlük sırtımı sıvazlayıp yaparsın sen aslansın dercesine gaz vermeye çalıştığını görünce hareketin istediğim etkiyi yaratmadığını anlamıştım...o an hay sözlü iletişimin gözünü yiyim yau dedim kendi kendime...ibiş olmuştum adeta yüzeye çıkabilmek için ama nafileydi, hoca halen çıkmak isteme gerekçemi tam olarak anlamadığı için beni sallamamaya devam etmekte bana bilumum börtüsüydü böceğiydi deniz çiyanıydı bilmemnesiydi gösterip durmaktaydı. Bu böyle olmiycaktı, zira benim nefes düzenim bozulmuş gittikçe paniklemekteydim, uluslararası işaret dili hafızamı şööle bi kurcaladım, biyerlerde mutlaka işe yarar bi işaret olmalıydı durumun ciddiyetini anlatıcak...derken birden kafamda bi ampul yandı, evetdi, çok uygun bi işaret vardı korktuğumu, paniklediğimi anlatmaya yariycak, dürttüm hocayı ve halk dilinde yusuf yusufa tekabül eden yumruğunu sıkıp sıkıp bırakma hareketini yaptım hocaya ısrarla, evet sonunda hoca beni ciddiye almıştı, gerçi regülatöründen çıkan aşırı kabarcıklar onun sualtında kahkaha atabilen bi insan olduğunu göstermişti bana ama olsundu bi şekilde beni çıkarıyodu artık. Koluma girdi, beni yüzeye doğru yavaşça yükseltmeye başladı. Eğer sualtında kolkola girmiş iki dalgıçtan daha salak bi görüntü olamaz diye düşündüyseniz acele etmeyin dahası var, zira hoca beni 4-5 metrede tekrar durdurduğu için "NEEAA HALA ÇIKARMIYCAN MI BENİ A ZALİM" dercesine yapıştım hocanın eline ve kalan vaktimi hocanın eline yapışmış vaziyette 10 deniz anası sersemliğinde tamamlayıp yüzeye çıktım, ama takdir edersiniz ki o korkuyla artık nası sıktıysam adamın elini, heralde kan dolaşımını bozmuş olmalıyım , çünkü yüzeye çıktığımızda parmakları kokteyl sosis gibi olmuştu adamcaazın. Kısacası ilk denememde oldukça korktum ama ikinci gün yencem ben bu paniği diyip tekrar daldım aynı hocayla (hocanın, ellerini benden mümkün mertebe uzak tutmaya çalışması dikkatimden kaçmadı ama). İkinci sefer çok daha zevkliydi, balık besledim, deniz kestanesi aldım avcuma falan filan, yani aslında iyi ki de denemişim diyorum.

Tuesday, July 25, 2006

Bir Kedinin Anatomisi

Bizim sülalenin doğal gelişim sürecinde kedi severler biçiminde bir grup olmuştur her daim ki bunların en ateşlileri bir Feriş, bir Fatih ve bir Duygu'dur.

Feriş geçen yazıda adı geçen Nursel adlı kişinin kızkardeşi olmanın yanısıra empati yapma konusunda kafayı kıran, mesela bir yaz gecesi, uykusunda hunharca kulağına kaçan minik kelebeğe kızmak yerine onun iç dünyasını anlamaya çalışan, sabaha kadar çekiç, örs ve üzengisinin içine eden bu adi kelebeğin, kulağında ölü olarak ele geçirilmesinden sonra neredeyse arkasından ağıt yakan, iyimserliğin b.kunu çıkaran ve fakat yanısıra zekasına hayran olunan bir candır, bir canandır.

Fatih desen Feriş'in yeğenidir, Nursel'imin oğluşudur, süper yetenekli bir blues/caz gitaristidir, delice aşık olduğu kedisiyle kendisini bir nevresimin içine düğmeliyerek işbu kediyle yarım saat kadar boğuştuktan sonra yer yer enine çizgili yer yer ekose desenli kanayan bir vücutla o nevresimin içinden çıkandır. Deli midir, nedir...

Düygü ise Fatih'in aynı kediseverlikteki ablasıdır, çok özgün bi bünyedir, biz daha misket falan oynarken, oyuncak bebek saçı kesip uziycak diye beklerken falan bu düdük, ben bilim kadını olcam demiştir ve nitekim şu anda Amerika'nın Niv Orliyıns dolaylarında bu uğurda kurbağa kesip fare biçmektedir içi kan ağlayarak. Ha bi de bu komik insan bi keresinde yürürken elindeki elmanın eşiğini direkt yere atmaktansa 80 derecelik açıyla havaya atiym arkamdaki çöpe girsin demiş ve fakat elma eşiğine havada 2'li salto 3'lü burgu yaptırıp zboooiinnnkkkk diye kendi kafasına isabet ettirmiş bi de hiniiiyaaeeeee!!! şeklinde delice korkmuştur, öyle bi kuzudur işte o da.

Fakat benim hikaye bu üç kediseverden Feriş'le ilgili. Sene 1997 falandı herhalde, babamla bir İzmir ziyaretimizde Feriş'lere de bi uğrayalım dedik. Kapıda hoşgeldiniz aşamasında Boğaç Abi (Feriş'in komikçi eşi) bize terlik verirken, Ferişimin arkada, elinde üzeri su tabancası dolu bir tepsi tuttuğunu gördüm. Ben heralde gene komiklik, şakalar vs. dolu bi akşam olcak diye ehihieeheğiei şeklinde anlamsızca sırıtırken Feriş: "Herkes bi tane alsın, bu afacan için dedi". Afacan dediği o esnada koridordan bizi kesen gayet normal görünümlü bi kediydi. İşte o organizmanın afedersiniz kedi görünümlü bi iblis hatta bir omen olduğunu az sonra anliycaktım a gadasını aldıklarım. Biz babamla durumu halen bir şaka zannetmekte idiysek de Ferişim ısrarla elimize bi su tabancası tutuşturup bizi salona aldı. Hoşgeldin beşgittin mevzuuna girildi doğal olarak, az sonra babamın ayaklarını hafifçe bi kıpırdatmasıyla birlikte önümden saatte 70 km hızla bi karaltı geçtiğini görür gibi oldum, ben daha "neydi o ya" derken babamdan hiniiiiiiyaaaaaaaasssınııııtttyminiii şeklinde bi feryat duyuldu, sonra ortalık birden Batı Cephesine dönüştü;
-Cengiz Ağbiiee su tabancasıııaaa, sık abiiii, acımaaa.
-Abii düşman bacaktaa, sık suyu!!!
-Anam anam yandım allaaaah!!!
O kargaşada Afacan'ın, babamın bacağına pençelerini geçirmiş var gücüyle dişlemekte olduğunu seçebildim. Bacağın tek suçu hafif uyuşmuş olmaktan dolayı iki mm. kıpırdama terbiyesizliği göstermiş olmasıydı.

Kedi apar topar salondan tahliye edildikten ve ilk kargaşa atlatıldıktan sonra hazır o salonda değilken bütün gerekli kıpırdanmalarımızı yapıp o ortamdayken ise kıpırdamamak için azami gayret sarfetmekten birer sfenks edasıyla bu huzur dolu misafirliği tamamlamaya çalıştık; ama insanız sonuçta, bünyemiz kah kaşınır, kah hapşırığımız gelir dey mi...İşte az evvelki saldırıyı bi an için unutan zavallı bir fani olarak burnumu kaşıma isteğiyle elimi yüzüme doğru götürmeye meyillenmemle salonun kapısından bana doğru dört nala koşan siyah-beyaz-kötü kedi Afacan'ı gördüm. Böylesi bir deparı ben Süreyya Ayhan'da görmedim allaa sizi inandırsın. Ama o bikaç saniyelik süre içinde anladım ki ruhumun derinliklerinde bir kovboy ruhu yatıyodu, modern batının en hızlı su tabancası çeken insanıydım. Kediyi "FIŞŞŞŞKKKKK PIIIIIIŞŞŞKKK LA GET LA ŞERREFSİZ, LA Bİ DUR, bu babam içiiiğğn, bu benim içiğğn" şeklinde düzeyli bi biçimde savuşturduktan sonra içinde bulunduğum durumun saçmalığın farkına vardım. Bu neydi ki hakkaten bööle ya???!!!

Tuesday, July 18, 2006

Havuz Problemi

Teras katında yaşayan ve işbu terasın etinden ve sütünden yararlanmayı ilke edinmiş bi insan olmam sebebiyle, geçen ay "neden ben bu terasa bir şişme havuz almayayım?" dedim. Bunu demekle kalmayayımdı hemen gidip alayımdı bi o eksikti yani hayatımda, olmadı tahtıravanla da girerimdi artık havuza. Neyse gittim de zaten hemen, alırken bana oldukça mütevazı görünmüştü aslında, fakat eve gelip yanında verilen pompayla şişirirken havuz hayvanından "AAAA-Hİİİİİİİİ AAAAĞĞĞĞHİİİİİİİİ" şeklinde sesler çıkmaya ve yavaş yavaş şeklini almaya başladıkça bunun çocuk havuzundan ziyade çocuk ruhlu sumocular için tasarlanmış bir havuz olduğunu anladım (4, yetişkin tabir ettiğimiz insan rahatça girip oturur allaa sizi inandırsın). Ama mutluydum ben havuz hayvanımla, geçmiş zaman kullanıyorum zira geçtiğimiz hafta sonu anneciğim denen tatlı bünye geldi Ankara'ya ve tabi ki her sağlıklı anne gibi ev temizliğine de girişti, elim değmişken havuzu da temizleyeyim diyen işbu anne, havuzu boşaltıp, çamaşır suyuyla cillop gibi yapmak suretiyle içi boş bi şekilde koydu terasa yine. Dün akşam işten eve döndüğümde havuz hayvanının cevval bi şekilde terasta aynı yerde durduğunu gördüm, ilişmedim, zira dursundu, gün gelecek yine içi dolacak, kah ayak sokulacak kah arkadaşlarla içine girilip daha önce hiç havuz görmemişcesine hınıaahuahahaa biçiminde anırarak birbirimize su atılacak falan...Fakat o da nesi yaleppim? Aradan geçen iki saat sonrasında terasta bir boşluk bir ferahlık hissi hakim, bişey eksik ama nedir? Vileda kovası yok deseeeeem, o zaten cücük gibi yer kaplıyo...o değil...çamaşır da asmamıştım ki onlar uçuşmuş olsun...Bikaç saniyelik saçmalamadan sonra boşluğun sahibinin havuz hayvanı olduğunu anladım. Evet havuz yoktu,basbayaa yoktu...Aman allahım hırsız çatıdan terasa inip havuzumu çalıp gene aynı yolla kaçmıştı kesin...ya da yo yooo kesin tsunami gelmişti ben içerde tv seyrederken???!!! gibi gayet bilimsel ve rasyonel tesbitlerle bi süre daha saçmalamayı tercih ettikten sonra "uçmuş olabilir mi ki acebaağğ" diye düşündüm, ama yani nası uçsundu o yaa, cidden büyük diyorum size...Ama yapcak bişey yoktu, aşşaa inip bu abuk durumu çaktırmamaya çalışarak biraz kamuoyu/esnaf yoklaması yapıcaktım. Ama nası açıkliycaktım ki durumu, nerden başliycaktım???:

-Şey afedersiniz...Badem taze mi?
-Evet apla süper, datça badem.
-Hemmm, iyi ben 100 gr. aliym...Bi de çekirdek yapalım 200 gr. kadar...bu arada...eeııııı.... bugün burda bi gariplik oldu mu?
-Ne gibi yenge?
-Bööle gökten kimliği belirlenebilen bi cisim düşmesi gibi?
-???!!!Yok, bize öyle bi bilgi gelmedi bacanak.
-Peki sağolun
-E bademle çekirdeee unuttun amca
-???!!!
(Evet, esnafla bööle tuhaf akrabalık ilişkilerine karşıyım...)

Neyse işte uzatmiyim...ben bööle acı içinde kıvranırken hemen yan apartmanın girişindeki berber adamın bana yaklaşmasıyla aramızda şöyle bi konuşma yaşandı, içerik bakımından tarihte bir ilk olduğumuza inanıyorum...
-Pardon hanfendiiiğğ
-Evit?
-Havuz sizden mi düştü?
-Ehm...ay evet çok afedersiniz...ben içi boş olarak...yani bırakıp...eööö...rüzgar olunca...uçarak...özür dilerim...(suratımın aldığı rengi beni yakından tanıyanlar tahmin edebilirler, yani öyle kızardım ki şakaklarımdaki damarlar zonklamaya başladı, kafam patliycak sandım bi ara.)
-Yok, bişey olmadı zaten hanfendi, lannggghhh diye kapının önüne düştü biz de Hamza Abi'ye verdik, şindi kapattı gitti, yarın alırsınız...
-Eiiiyy...teşekkür ederim...(koşarak kaçmak.....)

Tuesday, July 11, 2006

Tarihten Bir Yaprak 2

Bugün istedim ki yaklaşık 18 yaşıma kadar falan her yaz tatilimin en azından 1-2 ayını geçirdiğim Burdur'dan bir çocukluk anısını paylaşayım sizlerle; kah tebessüm edelim, kah hüzünlenelim, kah...aman ne biliym ben sizin iç dünyanızı canım, kafanıza göre takılın.
Olayın kahramanları, Ülkü (ki kendisi benim süper annanemdir, komiktir, şahsına münhasır bi insandır) ve onun torunu bendeniz Fatma Soydemir'dir. Bi de konuk oyuncumuz var, Nursel (ki onun da hastasıyım; misal, sabahın köründe kendisini uyandıran kedisine terlik atarak kediye depar attıran, Olimpos'ta, neymiş diye merak edilip gidilen "Kanada Gecesi"nde, içki içilmekten başka bi numara olmadığını görünce "HEÇ Mİ GANADA GECESİ GÖRMEDİK CANIM" şeklinde Kanada'lılara ağır konuşan, bilumum hacı teyzelerin katılım gösterdiği kabul günlerinde Şalvar Dansı denen akıllara zarar bir sanatsal etkinlikle, sözkonusu hacı teyzelerin gülmekten altlarına çiş kaçırmalarına sebep olan deli komik bi insandır). Neyse efenim hikayemize geçelim

Gayışlılaaan (Burdurca'da Kayışlı ailesine mensup anlamındadır), Temmuz ortasında dahi içinde yün fanilası ve hatta yün donuyla dolaşan, geceleri üstüne içi yünlü yorgan örten, uyurken üstü açılan her faninin o an oracıkta hunhar bir yel darbesiyle ölüvericeğine inanan Ülkü'sü ile yine işbu Ülkü'nün aynı yün fanilalardan, donlardan, geceleri imiğine kadar çekilmiş ve hatta bir daha açamasın diye yatağın iki yanına çengelli iğneyle tutturulmuş yorganlardan nasibini alan ve bu sebepten dolayı yıllar boyu geceleri Tutankamon gibi yatan torunu Fatma, yine böyle bir sıcak yaz gününde içine fanila giymemekle kalmayıp bir de üstüne, eğilince belini açıkta bırakan bir t-shirt giyebilecek kadar terbiyesizliği ele almıştır. Bu açık beli gören Ülküş acaba hangi hastalığı söylesem de ürkütsem yavruyu şeklinde düşünüp düşünüp şu bilimsel teşhisi uygun görmüştür:
"-A YAVRUM ÖÖLE BELİN AÇIK GEZERSEN BEL SOĞUKLUGU OLURSUN".
Neyse ki Nursel'imin zamanında müdahalesi annanemin tıbbiyede bir devri kapatıp yeni bir devri başlatıcak teorisinin sonu olmuştur da annanemde bu kafa varken bu teori ne ilktir ne de sondur a gadasını aldıklarım.

Wednesday, July 05, 2006

Hergüne Bir Salaklık Derken Şaka Yapmıyodum

Evet belki abartıyorum sanıyosunuz ama hakkaten ben buyum, yani günlük en az bi doz şaşkalozluk yapmadan rahat edemeyen bi organizmayım ben, çarpıntı yapıyo vicütüm, alnımda boncuk boncuk terler birikiyo vs...Öyle anlarda da bünye kendine çeki düzen verebilsin diye uzuvlarım benden bağımsız hareket edebiliyo, tıpta buna BBS (Bağımsız Beyin Sendromu) diyoruz.
Az önce karşı projenin yöneticisi Andreas adlı Alman amcamız ve en az onun kadar Alman arkadaşı bilgisayarla ilgili fevkalade teknik bi konuda benden yardım istediler (afedersiniz yandan yemiş ingilizcemle) yaptığım bir takım bilimsel açıklamaların üzerine bana ölü balık gibi baktıklarını görünce, yürüyün o zaman bu konuyu teknik eleman arkadaşımız halletsin diyerek onları eğitim binasına götürdüm, Türk yardımseverliğinin cevval bir örneği olarak da ilgili teknik eleman ve Almanlar arasında çeviri yapmayı kendime bir borç bildim. Ancak demin de bahsettiğim gibi iki yıldır ispanyolca'ya ağırlık vermiş ve ingilizceyle tüm bağlarını koparmış bi insan olarak çeviri süresince yalnızca benim anlıyabildiğim ve literatürde "spanglish" şeklinde yerini alabilecek bir dille can çekiştikten sonra işi hallettik çok şükür. Bu arada yaptığım çeviri hataları başka bir yazı konusu olacak lezizlikte aslında ama fikir olsun diye bi örnek veriyim. Mesela: "bu belgeleri burdan alıp başka bi dosyaya kopyalıycakmışsınız" demek isterken, dosya kelimesinin ispanyolcada carpeta olması ve o anda benim aklıma ingilizcesinin gelmemesi sebebiyle adamlara "belgeleri başka bir halıya kopyalıycakmışsınız" şeklinde bilgi birikimi dolu bi cümle söylemiş oldum...Neyse efendim bi şekilde adamların işini hallettikten sonra artık kendilerini bana borçlu hissettiklerinden midir, yoksa çeviri sonunda benim saçlarıma ak düşmüş olmasının verdiği vicdan azabından mıdır bilinmez, "bu iyiliğin karşılığında biz de sana bir yemek ısmarlayalım" diyen nazik insanlara cevaben aynen şu şekilde höykürdüm:
"I DON'T EAT"...
Neden bu cümle ya? yani tenk yu falan de, ne biliym ay hev tu go bek tu vörk de...de oğlu de yani...Bu saatlerde yemem diycektim aslında sanırım...Aman neyse ya...Ben Fatma Soydemir.Bir BBS hastasıyım ve bunu yenmek istiyorum.Teşekkürler